Güz Dönemi Kapanış Konferansı Gerçekleştirildi

15 December 2016
16:03

Bülten Yazımız

İSAR Güz dönemi konferanslarının kapanış programı “Tanzimat’tan Gü­nümüze İSAR” başlığıyla 11 Aralık Cu­martesi günü İSAR konferans salonun­da gerçekleştirildi. Recep Şentürk, Erol Özvar ve Mürteza Bedir’in konuşmacı olarak katıldığı programda İSAR’ın düşünsel temelleri anlatılırken sosyal bilimlerin ortaya çıkışının arka planı ve modern bir meydan okumayla kar­şılaşan Tanzimat ulemasının tavırları üzerinde duruldu.

Tanzimat Entelektüeli Seviyesine Çıkmalıyız!

Sosyal bilimlerin ortaya çıkışıyla birlik­te modern düşünce ile karşılaşan Os­manlı ulemasının uzun yıllar boyunca tecrübe edilmiş bir ilim geleneğinden kopmadan Batılı bilimlere nasıl mer­haba dediği üzerinde durarak sözlerine başlayan Recep Şentürk, Tanzimat’tan sonra yetişen âlimlerin bizim için daha elverişli rol modeller oluşturduklarını belirterek bugün Tanzimat entelektüe­linin seviyesine çıkmamız gerektiğine işaret etti.

Tanzimat ulemasının Batı’ya karşı red­dedici, dışlayıcı bir tavır takınmayıp Fransızca, İngilizce öğrendiği, o eser­leri okuyup tercümeler yaptığını hatır­latan Şentürk, 19. yüzyılın ikinci yarı­sının özellikle de eğitim alanında ciddi bir ıslah ve tecdit dönemi olarak tema­yüz ettiğini ifade etti. Köleliğin ilga edilmesi, cizye vergisinin kaldırılması, anayasal sistemin benimsenmesi, çok partili sisteme geçilmesi gibi gelişmele­rin de hep bu zaman dilimi içerisinde gerçekleştirildiğine dikkatleri çekti. Bu arada bilim anlayışında da ciddi deği­şiklikler meydana geldiğini sözlerine ekleyen Şentürk, bu değişikliklerin Os­manlı’nın yıkılmasıyla sekteye uğradı­ğını belirtti.

Tanzimat âlimlerinin medreseyle, tek­keyle birlikte devam eden ilim gelene­ğimizi sürdürerek diğer bir yandan da Batı’ya açılım yapma düşüncesinin bir genişleme olduğunu ifade eden Şen­türk, o dönemdeki ilmiye salnamelerin­de medresede Batı dilleriyle okutulan eserlerle karşılaşacağımızı ifade ederek Mehmet izzet Efendi’nin Çarşamba İsmail Ağa Medresesi’nde okuttuğu sosyoloji derslerini ilgi çeken bir örnek olarak zikretti.

Modernleşmenin, Tecdid ve Islahın Motoru Ulemadır!

Darülfünûn’u da Mühendishane’yi de kuranın medreseden gelen ulema ol­duğunun altını çizen Recep Şentürk, bir taraftan İslamî ilimler geleneğini aynen sürdürüp diğer taraftan mevcut geleneği terk etmeden Batı’ya açılım sağlandığında aynı sayfada İbn Sina ile Hegel’in, Gazzâlî ile Descartes’ın isim­lerinin bir arada yer aldığı bir referans ağıyla karşılaştığımızı dile getirdi. Batı bilimine karşı sergilenen bu tavrı, Fran­sızca öğrenerek “code civile”i çalışan Ahmed Cevdet Paşa’nın ortaya koy­duğu hukuk sisteminde de görmenin mümkün olduğunu kaydetti.

Kendi ilim geleneğimizi tamamen terk edip batı geleneğine eklemlenmeyi öneren Batıcılara “entelektüel bağımlı­lık”ı hatırlatan Şentürk, bütün teori ve kavramlarımızı Batı’dan ithal etmenin aradan geçen yüz seneye rağmen bizi bir yere vardırmadığını ifade ettikten sonra bu stratejiye karşı “açık bilim” anlayışını savunduğunu dile getirdi. Açık bilim olarak ifade ettiği anlayı­şın ise yeniden kendi geleneğimizle ir­tibatımızı kurmak, Batı geleneğini de dışlamamak, kendi bilim geleneğimizi muhafaza edip dışarıya da açık olmak ve bir filtre ile bu etkileşimi eleştirel bir şekilde sürdürmek anlamlarını içerdiği­ni belirten Şentürk, modern eğitim ku­rumlarının amacının Batı dışı dünyayı entelektüel olarak Batı’ya bağımlı hale getirmek ve bu bağımlılığı sürdürülebi­lir bir hale taşımak olduğunu ifade etti.

Recep Şentürk, konuşmasının ardından sözü Erol Özvar’a bıraktı. Tarihsel yön­temi bir kenara bırakarak medeniyetler arası bir mukayese yapacağını belirten Erol Özvar, Batı olarak betimlenen medeniyetin ilk çöküşünün Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ile başladı­ğını ifade etti. Bugünkü Avrupa ve Batı dünyasının kökenlerini temsil etmesi açısından Roma’yı esas alacak olursak 5. asırda imparatorluk dağılmış ve bundan 1000 sene kadar sonra Avrupa’da, Batı uygarlığının -sonraki asırlarla mu­kayese edildiğinde- yeteri kadar üretken olmadığı bir evreye geçiş yapılmıştır. 5. asırdan 15. ve 16. asırlara kadar bütün dünyada olduğu gibi Avrupa’da da durgun diyebileceğimiz, değişimin çok fazla müşahede edilmediği bir dönem söz konusudur. Avrupalı tarihçiler bu dönemi çoğu kere inhitat ile açıklamış­lardır, fakat 20. yüzyılın başlarından iti­baren Avrupalı tarihçiler, bu dönemin o kadar da karanlık olmayıp Avrupalı­ların kendi kendine yeterli olduğu bir dönem olarak betimlenebileceği fikrini ileri sürmüşlerdir. Modern dönemler­le mukayese edildiğinde bu dönemde değişmenin olmadığı ve bunun da bek­lenemeyeceği bir dönem olduğu ifade edilebilir. Batı uygarlığının inhitat de­virlerindeyse İslam uygarlığı inkişaf etmeye başlamıştır. İktisadî refah, kül­türel eserler ve şehirleşme bakımından İslam dünyasının Batı uygarlığına karşı üstünlüğünü medeniyet kuramcıları ve tarihçiler ortaya koymuşlardır.

  1. ve 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da önemli bir değişim gerçekleşmiştir. Buna kimi tarihçiler bilimsel devrim adını vermişlerdir. Avrupa’da Decar­tes, Kepler, Galilei gibi bir grup insanın Batı’nın kendi öz kaynağı olarak tarif ettiği eski Yunan eserlerine doğrudan müracaat etmeye başlamalarıyla Or­taçağ döneminde üretilen bilginin dı­şına çıkılmış, akıl esas kabul edilmeye başlanmıştır. Bu dönemde Avrupa uy­garlığı ciddi bir tehdit ile karşı karşıya gelmiştir ve bu tehdit de onları yepyeni arayışlara sevk etmiştir. Coğrafî keşifler ve İslam dünyasını yakından tanıma endişesi hep Batılıların İslam uygarlığı karşısındaki zayıflıklarından kaynakla­nıyordu. Uygarlıklar, Toynbee’nin de tarifiyle ciddi tehditlerle karşılaştıkla­rında ciddi karşı koyuşlar üretiyorlar ve ancak bu imtihanı geçenler büyük uygarlıklar meydana getirebiliyordu. Öyle anlaşıyor ki Avrupa uygarlığı, İslam medeniyetinin bu yayılma tehdi­dine karşı yeniden kendi kaynaklarına dönerek daha farklı bir dünya görüşü ortaya çıkaracaktı. Bilimsel devrimin bir sonucu olarak 18. ve 19. yüzyıllar­da Sanayi İnkılabı meydana geldi ve Sanayi inkılabı ile teknoloji daha da belirleyici bir hale geldi. İslam dünyası dışarıdan bir müdahale olmasaydı ken­di ritmiyle yoluna devam edebilirdi, fakat Avrupa’da meydana gelen bu de­ğişimler oldukça müessir bir görünüm kazanmaya başlamışlardı.

Tanzimat Sadece Bir Avrupalılaşma Değildir!

Tanzimat’ı yalnızca bir Batılılaşma programı olarak görmek büyük bir hatadır. Bu dönemeç, aynı zamanda Müslümanların Avrupa’nın askerî ve ekonomik gelişmişliğine karşı var olma gayretini de temsil eder. Tanzimat hare­keti söz konusu çaba içerisinde başlatıl­mış bir gelişmedir. Bir taraftan geçmiş kaynaklara dönerek onu tevarüs etmeğe çalışan, diğer taraftansa mevcut askerî ve siyasî düzeni dönüştürme çabası içe­risinde olunan bir dönemdir Tanzimat.

Bu hareketin failleri, askerî düzeni dö­nüştürme çabası içerisindeyken diğer taraftan modern devleti inşa ederek askerî olarak güçlü olabileceklerini dü­şündü. Bunu yaparken karşılarındaki yegane örnek de Avrupa idi. Dolayısıy­la Avrupa’ya bakarak gerek hukukî, ge­rekse idarî ve ekonomik alanda ıslahat programını uygulamaya koydular.

Tanzimat’la beraber İslam medeniye­tinin sözcülüğünü yeni bir sosyal sınıf üstlendi ki bu sınıfın adına aydın ya da münevver diyoruz. Gerek Avrupa kaynaklarını, edebiyatını bilen gerekse kendi kaynaklarını bilen ulemanın yanı sıra Avrupalı aydın kimliğini de tevarüs etmeğe çalışan çok az bir grup vardı ve bu grubun programı Tanzimat’tan beri çok zayıf bir taraftar kitlesine ulaşmıştı.

Ne Batılılaşmış Avrupa’nın değerlerini kendi insanına anlatan Avrupalı aydın tipi ne de kendi ilmî çalışmaları içeri­sinde kalıp dünyayla irtibatını kesmiş bir ilim erbabı tipi, İSAR’ın yapmayı planladığı gidişi temsil etmektedir. Bu doğrultuda İSAR’ın hedefi gerek öz kaynaklarıyla beslenen ve gerekse ken­di uzmanlık alanında söz söyleyebilen, bu ikisini mezcetmiş bir profilin ortaya çıkmasını sağlamaktır.

Erol Özvar, konuşmasının ardından sözü Mürteza Bedir’e devretti. Tanzi­mat’ın modern meydan okumalara kar­şı Osmanlıların bir cevabı olduğunu dile getirerek sözlerine başlayan Bedir, bu cevabın Osmanlı ve müslümanların iradesi dışında bir kesintiye uğradığını belirtti. Esasında bu cevap, tam da for­müle edilmek üzereyken şartlar buna müsaade etmemişti. Peki biz bu süreç­te neyi tasfiye etmiştik? Bu soruyu so­rarak konuşmasına devam eden Bedir, Tanzimat öncesindeki Osmanlı âlim tipinin yetiştiği eğitim sistemi ya da ortamına baktığımızda bugün üniver­sitelerdeki gibi birtakım bölümlerin ve fakültelerin yer aldığı kompartımanlı bir uygulamanın söz konusu olmadığı­nı görüyoruz. Klasik dönem eğitimin­de bunun yerine daha küllî bir eğitim programı uygulanmıştır. Herhangi bir alanda okumak isteyen insanların stan­dart bir başlangıç eğitiminden geçtiği ve yüksek öğretime giden yolda hemen hemen aynı derslerin alındığı bir eğitim sistemidir bu. Medrese eğitimi 19. yüz­yıl öncesi bütün müslüman toplumlar­da standart temel eğitimi temsil etmek­tedir. Fakat 19. yüzyıla, dünyanın o en uzun yüzyılının başına girdiğimizdeyse eğitimin kompartımanlaştığını, bölüm­lerin, fakültelerin ortaya çıktığını görü­yoruz.

Mürteza Bedir sözlerini şu cümlelerle sonlandırdı: “Bugünün medreselerini yanlış bir biçimde ilahiyat fakültele­ri olarak düşünüyoruz. Din adına bir şey söylenecekse onu ilahiyat mezun­ları söyler şeklinde bir kabulümüz var. Halbuki Tanzimat öncesi bu toplum siyaset, dilbilim, felsefe gibi alanların­da konuşmuyor muydu? 19. yüzyıldaki büyük değişim bizim aydın-âlim ikile­mimizi ortaya çıkararak en büyük tasfi­yeyi zihin dünyamızda yaptı.”