Bülten Yazımız
İSAR Güz dönemi konferanslarının kapanış programı “Tanzimat’tan Günümüze İSAR” başlığıyla 11 Aralık Cumartesi günü İSAR konferans salonunda gerçekleştirildi. Recep Şentürk, Erol Özvar ve Mürteza Bedir’in konuşmacı olarak katıldığı programda İSAR’ın düşünsel temelleri anlatılırken sosyal bilimlerin ortaya çıkışının arka planı ve modern bir meydan okumayla karşılaşan Tanzimat ulemasının tavırları üzerinde duruldu.
Tanzimat Entelektüeli Seviyesine Çıkmalıyız!
Sosyal bilimlerin ortaya çıkışıyla birlikte modern düşünce ile karşılaşan Osmanlı ulemasının uzun yıllar boyunca tecrübe edilmiş bir ilim geleneğinden kopmadan Batılı bilimlere nasıl merhaba dediği üzerinde durarak sözlerine başlayan Recep Şentürk, Tanzimat’tan sonra yetişen âlimlerin bizim için daha elverişli rol modeller oluşturduklarını belirterek bugün Tanzimat entelektüelinin seviyesine çıkmamız gerektiğine işaret etti.
Tanzimat ulemasının Batı’ya karşı reddedici, dışlayıcı bir tavır takınmayıp Fransızca, İngilizce öğrendiği, o eserleri okuyup tercümeler yaptığını hatırlatan Şentürk, 19. yüzyılın ikinci yarısının özellikle de eğitim alanında ciddi bir ıslah ve tecdit dönemi olarak temayüz ettiğini ifade etti. Köleliğin ilga edilmesi, cizye vergisinin kaldırılması, anayasal sistemin benimsenmesi, çok partili sisteme geçilmesi gibi gelişmelerin de hep bu zaman dilimi içerisinde gerçekleştirildiğine dikkatleri çekti. Bu arada bilim anlayışında da ciddi değişiklikler meydana geldiğini sözlerine ekleyen Şentürk, bu değişikliklerin Osmanlı’nın yıkılmasıyla sekteye uğradığını belirtti.
Tanzimat âlimlerinin medreseyle, tekkeyle birlikte devam eden ilim geleneğimizi sürdürerek diğer bir yandan da Batı’ya açılım yapma düşüncesinin bir genişleme olduğunu ifade eden Şentürk, o dönemdeki ilmiye salnamelerinde medresede Batı dilleriyle okutulan eserlerle karşılaşacağımızı ifade ederek Mehmet izzet Efendi’nin Çarşamba İsmail Ağa Medresesi’nde okuttuğu sosyoloji derslerini ilgi çeken bir örnek olarak zikretti.
Modernleşmenin, Tecdid ve Islahın Motoru Ulemadır!
Darülfünûn’u da Mühendishane’yi de kuranın medreseden gelen ulema olduğunun altını çizen Recep Şentürk, bir taraftan İslamî ilimler geleneğini aynen sürdürüp diğer taraftan mevcut geleneği terk etmeden Batı’ya açılım sağlandığında aynı sayfada İbn Sina ile Hegel’in, Gazzâlî ile Descartes’ın isimlerinin bir arada yer aldığı bir referans ağıyla karşılaştığımızı dile getirdi. Batı bilimine karşı sergilenen bu tavrı, Fransızca öğrenerek “code civile”i çalışan Ahmed Cevdet Paşa’nın ortaya koyduğu hukuk sisteminde de görmenin mümkün olduğunu kaydetti.
Kendi ilim geleneğimizi tamamen terk edip batı geleneğine eklemlenmeyi öneren Batıcılara “entelektüel bağımlılık”ı hatırlatan Şentürk, bütün teori ve kavramlarımızı Batı’dan ithal etmenin aradan geçen yüz seneye rağmen bizi bir yere vardırmadığını ifade ettikten sonra bu stratejiye karşı “açık bilim” anlayışını savunduğunu dile getirdi. Açık bilim olarak ifade ettiği anlayışın ise yeniden kendi geleneğimizle irtibatımızı kurmak, Batı geleneğini de dışlamamak, kendi bilim geleneğimizi muhafaza edip dışarıya da açık olmak ve bir filtre ile bu etkileşimi eleştirel bir şekilde sürdürmek anlamlarını içerdiğini belirten Şentürk, modern eğitim kurumlarının amacının Batı dışı dünyayı entelektüel olarak Batı’ya bağımlı hale getirmek ve bu bağımlılığı sürdürülebilir bir hale taşımak olduğunu ifade etti.
Recep Şentürk, konuşmasının ardından sözü Erol Özvar’a bıraktı. Tarihsel yöntemi bir kenara bırakarak medeniyetler arası bir mukayese yapacağını belirten Erol Özvar, Batı olarak betimlenen medeniyetin ilk çöküşünün Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ile başladığını ifade etti. Bugünkü Avrupa ve Batı dünyasının kökenlerini temsil etmesi açısından Roma’yı esas alacak olursak 5. asırda imparatorluk dağılmış ve bundan 1000 sene kadar sonra Avrupa’da, Batı uygarlığının -sonraki asırlarla mukayese edildiğinde- yeteri kadar üretken olmadığı bir evreye geçiş yapılmıştır. 5. asırdan 15. ve 16. asırlara kadar bütün dünyada olduğu gibi Avrupa’da da durgun diyebileceğimiz, değişimin çok fazla müşahede edilmediği bir dönem söz konusudur. Avrupalı tarihçiler bu dönemi çoğu kere inhitat ile açıklamışlardır, fakat 20. yüzyılın başlarından itibaren Avrupalı tarihçiler, bu dönemin o kadar da karanlık olmayıp Avrupalıların kendi kendine yeterli olduğu bir dönem olarak betimlenebileceği fikrini ileri sürmüşlerdir. Modern dönemlerle mukayese edildiğinde bu dönemde değişmenin olmadığı ve bunun da beklenemeyeceği bir dönem olduğu ifade edilebilir. Batı uygarlığının inhitat devirlerindeyse İslam uygarlığı inkişaf etmeye başlamıştır. İktisadî refah, kültürel eserler ve şehirleşme bakımından İslam dünyasının Batı uygarlığına karşı üstünlüğünü medeniyet kuramcıları ve tarihçiler ortaya koymuşlardır.
- ve 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da önemli bir değişim gerçekleşmiştir. Buna kimi tarihçiler bilimsel devrim adını vermişlerdir. Avrupa’da Decartes, Kepler, Galilei gibi bir grup insanın Batı’nın kendi öz kaynağı olarak tarif ettiği eski Yunan eserlerine doğrudan müracaat etmeye başlamalarıyla Ortaçağ döneminde üretilen bilginin dışına çıkılmış, akıl esas kabul edilmeye başlanmıştır. Bu dönemde Avrupa uygarlığı ciddi bir tehdit ile karşı karşıya gelmiştir ve bu tehdit de onları yepyeni arayışlara sevk etmiştir. Coğrafî keşifler ve İslam dünyasını yakından tanıma endişesi hep Batılıların İslam uygarlığı karşısındaki zayıflıklarından kaynaklanıyordu. Uygarlıklar, Toynbee’nin de tarifiyle ciddi tehditlerle karşılaştıklarında ciddi karşı koyuşlar üretiyorlar ve ancak bu imtihanı geçenler büyük uygarlıklar meydana getirebiliyordu. Öyle anlaşıyor ki Avrupa uygarlığı, İslam medeniyetinin bu yayılma tehdidine karşı yeniden kendi kaynaklarına dönerek daha farklı bir dünya görüşü ortaya çıkaracaktı. Bilimsel devrimin bir sonucu olarak 18. ve 19. yüzyıllarda Sanayi İnkılabı meydana geldi ve Sanayi inkılabı ile teknoloji daha da belirleyici bir hale geldi. İslam dünyası dışarıdan bir müdahale olmasaydı kendi ritmiyle yoluna devam edebilirdi, fakat Avrupa’da meydana gelen bu değişimler oldukça müessir bir görünüm kazanmaya başlamışlardı.
Tanzimat Sadece Bir Avrupalılaşma Değildir!
Tanzimat’ı yalnızca bir Batılılaşma programı olarak görmek büyük bir hatadır. Bu dönemeç, aynı zamanda Müslümanların Avrupa’nın askerî ve ekonomik gelişmişliğine karşı var olma gayretini de temsil eder. Tanzimat hareketi söz konusu çaba içerisinde başlatılmış bir gelişmedir. Bir taraftan geçmiş kaynaklara dönerek onu tevarüs etmeğe çalışan, diğer taraftansa mevcut askerî ve siyasî düzeni dönüştürme çabası içerisinde olunan bir dönemdir Tanzimat.
Bu hareketin failleri, askerî düzeni dönüştürme çabası içerisindeyken diğer taraftan modern devleti inşa ederek askerî olarak güçlü olabileceklerini düşündü. Bunu yaparken karşılarındaki yegane örnek de Avrupa idi. Dolayısıyla Avrupa’ya bakarak gerek hukukî, gerekse idarî ve ekonomik alanda ıslahat programını uygulamaya koydular.
Tanzimat’la beraber İslam medeniyetinin sözcülüğünü yeni bir sosyal sınıf üstlendi ki bu sınıfın adına aydın ya da münevver diyoruz. Gerek Avrupa kaynaklarını, edebiyatını bilen gerekse kendi kaynaklarını bilen ulemanın yanı sıra Avrupalı aydın kimliğini de tevarüs etmeğe çalışan çok az bir grup vardı ve bu grubun programı Tanzimat’tan beri çok zayıf bir taraftar kitlesine ulaşmıştı.
Ne Batılılaşmış Avrupa’nın değerlerini kendi insanına anlatan Avrupalı aydın tipi ne de kendi ilmî çalışmaları içerisinde kalıp dünyayla irtibatını kesmiş bir ilim erbabı tipi, İSAR’ın yapmayı planladığı gidişi temsil etmektedir. Bu doğrultuda İSAR’ın hedefi gerek öz kaynaklarıyla beslenen ve gerekse kendi uzmanlık alanında söz söyleyebilen, bu ikisini mezcetmiş bir profilin ortaya çıkmasını sağlamaktır.
Erol Özvar, konuşmasının ardından sözü Mürteza Bedir’e devretti. Tanzimat’ın modern meydan okumalara karşı Osmanlıların bir cevabı olduğunu dile getirerek sözlerine başlayan Bedir, bu cevabın Osmanlı ve müslümanların iradesi dışında bir kesintiye uğradığını belirtti. Esasında bu cevap, tam da formüle edilmek üzereyken şartlar buna müsaade etmemişti. Peki biz bu süreçte neyi tasfiye etmiştik? Bu soruyu sorarak konuşmasına devam eden Bedir, Tanzimat öncesindeki Osmanlı âlim tipinin yetiştiği eğitim sistemi ya da ortamına baktığımızda bugün üniversitelerdeki gibi birtakım bölümlerin ve fakültelerin yer aldığı kompartımanlı bir uygulamanın söz konusu olmadığını görüyoruz. Klasik dönem eğitiminde bunun yerine daha küllî bir eğitim programı uygulanmıştır. Herhangi bir alanda okumak isteyen insanların standart bir başlangıç eğitiminden geçtiği ve yüksek öğretime giden yolda hemen hemen aynı derslerin alındığı bir eğitim sistemidir bu. Medrese eğitimi 19. yüzyıl öncesi bütün müslüman toplumlarda standart temel eğitimi temsil etmektedir. Fakat 19. yüzyıla, dünyanın o en uzun yüzyılının başına girdiğimizdeyse eğitimin kompartımanlaştığını, bölümlerin, fakültelerin ortaya çıktığını görüyoruz.
Mürteza Bedir sözlerini şu cümlelerle sonlandırdı: “Bugünün medreselerini yanlış bir biçimde ilahiyat fakülteleri olarak düşünüyoruz. Din adına bir şey söylenecekse onu ilahiyat mezunları söyler şeklinde bir kabulümüz var. Halbuki Tanzimat öncesi bu toplum siyaset, dilbilim, felsefe gibi alanlarında konuşmuyor muydu? 19. yüzyıldaki büyük değişim bizim aydın-âlim ikilemimizi ortaya çıkararak en büyük tasfiyeyi zihin dünyamızda yaptı.”