Öncelikle yoğun çalışma programınız arasında söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Modernite ve gelenek…Günümüz ilim dünyasında çokça konuşulup tartışılan iki fenomenden bahsediyoruz. Bu bağlamda ilahiyat fakülteleri de gelenek ve modernite meselesinde oldukça önemli bir yerde duruyor. Bu sebepten ötürü bugün sizinle bu konu üzerine konuşmak istedik.Gelenek ve modernitenin sizdeki karşılığının ne olduğu sorusu ile başlayabiliriz konuşmaya.
Evet, gelenek ve modernite tanımları… Herkesin bir gelenek ve modernite tanımı vardır. Bunun sosyal bilimler açısından çok çeşitli tanımları yapılmıştır. Kanaatimce öncelikle meseleyi gelenek ve modernite karşıtlığı halinde vaz etmenin doğru olup olmadığına da bakmak gerek. Ama herhalde burada kastedilen şu: Dünya 19. yüzyıl öncesi ve sonrası olmak üzere iki farklı süreç olarak algılanıyor, görülüyor. Gelenek denince -en azından bizim sahamız olan bilgi, birikim alanında- 19. yüzyıl öncesi bilgi anlayışı kastediliyor. Modernite denince ise 19. yüzyıl sonrası oluşan ve onun arkasından gelen bilgi anlayışı kastediliyor. Herhalde en temel tanımlaması bu olur. Biraz daha ayrıntısına girdiğimizde 19. yüzyılda dünyanın çok farklı biçimlerde oluştuğunu görüyoruz. Hemen hemen her konuda dünya inanılmaz bir değişim geçiriyor. Dünyanın belki de tarihi boyunca gördüğü değişimlerin tümü kadar değişim sadece 19. yüzyılda meydana geliyor. Tarihçiler, özellikle de tarih öncesi dönemlerden tarihin başlangıcına kadarki süreci anlatan tarihçiler, insanlığın önemli birtakım evrelerden geçerek bilgi ve dünyayı algılamaya başladıklarını söylerler. Mesela tarım hayatına geçmek bunlardan biridir. Bu geçişin dünyayı algılama biçimini radikal bir şekilde değiştirdiğini söylerler. Bunun yanında tarih boyunca toplumlar ve genelde bütün bir dünya çok farklı değişimler geçirmiştir. Ancak 19. yüzyıldaki kırılma, enteresan bir biçimde dünyayı algılamamızı öylesine köklü bir değişime uğratmıştır ki ahlâk, hukuk, insan, kadın-erkek ilişkileri, toplumsal yapılanma gibi bizzat içinde olduğumuz her yapı büyük ölçüde bu değişimin etkisi altında kalmıştır. Bunun yanında bilimin ve teknolojinin getirdiği ve daha önce tasavvur edilemeyen şeylerin sıradan bir şekilde ulaşılır hale gelmesi ile dünyayı çok farklı bir şekilde algılamaya başladık. Herhalde modernite ile de kasıt bu olmalı. Yeni bir algılama var burada. Geleneksel algılamadan çok keskin ayrılışlar ve kopuşlar var birçok alanda. Herhalde budur.
Peki bu kopuş nasıl gerçekleşti?
Kopuşun hikâyesi uzun tabi. Bir de her kültür bu gelişmeleri farklı bir şekilde yaşadı. Önce Batı’da yaşanıyor bu gelişmeler. Batı’da da önce Kuzey Avrupa ülkelerinde ortaya çıkarak sonrasında bütün Avrupa’ya yayılıyor. Avrupa’nın dünya çapında siyasî hakimiyet kurmaya çalıştığı ve sömürge faaliyetlerini bütün dünyaya yaydığı dönemde, yani 19. yüzyılda ise bütün dünyaya yayıldı. Özelde İslam dünyasıyla ilgili çok somut bir örnek üzerinden, Osmanlı Devleti üzerinden gidersek, bizim bu toprakların tarihi açısından kopuşumuzun önce Batı’yla olan ilişkilerin siyasî, askerî ve iktisadî düzlemlerde kötüye gitmesi ile Osmanlı’nın aleyhinde bir gelişme olarak karşımıza çıktığını ve bu gelişmelerin de Osmanlı aydınını ıslahat arayışına doğru ittiğini görürüz. Bu ıslahat arayışlarının aslında büyük kopuşun hazırlıkları olduğunu sonradan algılıyoruz. Nitekim 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren büyük değişimler yaşanmaya başlıyor. Devlet kurumu ve toplumsal kurumlar yeniden yapılandırılıyor. Kısaca “nizam-ı kadim”den “nizam-ı cedid”e geçiliyor. Bunun eğitim, hukuk, sanat, edebiyat, kültür dünyası ile ahlâk anlayışındaki sonuçlarını ise 19. yüzyılın sonlarında görüyoruz. Mesela Osmanlı’nın içinde yer aldığı İslamî bilgi anlayışı, medrese ve tekkeler üzerinden inşa ediliyordu. Bunlar üzerinden ifade edilen bir yapı söz konusuyken yeni bir bilgi anlayışını getiren yeni bir okullaşma, devletin yeni kadrolarındaki bürokrat ihtiyacını karşılamak ve yeni insan tipini yetiştirmek üzere geliştirdiği yeni bir eğitim modeli var. Bu ise tamamen Batılı eğitim sistemi örnek alınarak yapılıyor ve evvela bir ikilem olarak başlıyor. İkililik ortaya çıkıyor, yani eğitimde, edebiyatta, sanatta, kültürde ve hemen hemen her alanda iki farklı aydın tipi ortaya çıkıyor ve geleneksel olan, yani İslam kültürünün içinden gelen medrese ve tekke kökenli âlim gittikçe zemin kaybediyor. Onların kurumları da büyük ölçüde dejenere oluyor ve sonunda medreselerin ve tekkelerin kapandığı bir süreçle, birisinin “zaferiyle” sonuçlanıyor mesele. Kopuşun çok köklü ve ayrıntılı bir tarihi var. Onlara girmek çok uzun olur.
Kopuştan bahsederken aynı zamanda yeniden bir irtibat kurmaktan da bahsedebilir miyiz sizce?
Eğitim alanında kopuşun çok daha derin tesirleri var. Yani öyle kolayca bir irtibat kurmanın mümkün olduğunu sanmıyorum. Çünkü kopuş iki düzeyde gerçekleşti: Birincisi teorik ve zihinsel düzeyde, ikincisi ise kurumsal düzeyde oldu. Kurumsal düzeyde gerçekleşen kopuş, mesela klasik dönemdeki bir kurumu kapatıp yenisini açmakla ve belki de sonrasında geleneksel kurumun yeni bir formunu geliştirmekle bir şekilde telafi edilebilir. Bu daha basit ve kolay bir şey. Ancak bence çok daha derin olanı zihindeki kopuştur, teorik kopuştur. Zihindeki kopuştan kastım da şu: Müslümanlar, gelenek-modernite gerilimine girdiklerinde, dünyadaki bütün gelenek-modernite çatışmasına maruz kalan örneklerde olduğu gibi, gelenekten gelenin geri ve kötü olduğu, modern ve yeni olanın ise iyi, düzgün ve daha olumlu çağrışımlar yaptığı bir anlayışa yöneldiler. Hemen hemen her modernite-gelenek gerilimi yaşayan toplumda vardır bu. Yani gelenekten gelen geridir, yeni olansa ileridir anlayışı. Bu zihinsel bir kopuştur. Bunun somut sonucu şudur: Geleneğin en son merhalesi olan 18. yüzyılda İslamî bilgiyi karakterize eden her ne varsa bunların hepsi kötü, onun yerine gelense iyi olarak tanımlanmaya başlanıyor. Meseleyi somutlaştırarak şöyle bir örnek verebilirim: Herhangi bir Müslüman şehrine 18. yüzyılda gittiğinizde bilgiyi tanımlama bakımından şunları görürsünüz: Kelâm/felsefe alanlarında İslamî medeniyetin belli bir birikimi vardır; bu, Eş‘arîlik/Mâtürîdîlik biçiminde ortaya çıkar. Fıkıh alanındaki birikim 4 mezhep görünümüyle ortaya çıkar. Tasavvuf alanında ise hem nazarî tasavvuf geleneği güçlü bir biçimde devam etmekte, hem de pratik manada tarikatlar aracılığıyla bir âdâb ve yaşayış usûlü devam etmektedir. Hemen hemen hangi Müslüman şehrine gitseniz gerek medresesinde gerekse tekkesinde bunları görürsünüz. Söylediğim bu üç alandaki kopuşsa şöyle ortaya çıktı: Kelâm sahasında geleneksel kelâm ve özellikle baskın olan Eş‘arî kelâmı, kadercilikle itham edilerek kötülüğün kaynağı olarak yorumlandı. İnsanın özgürlüğüne vurguda bulunan yeni anlayışsa olumlu olarak görüldü. Dolayısıyla tarihte de Mu‘tezile iyidir dendi. Biz bugün neye iyi diyorsak geçmişte de ona benzediğini düşündüğümüz şeye iyi demek gibi yeni bir anlayış üretiyoruz. Öte yandan Eş‘arîlik ise geleneksel olanı, dolayısıyla kaderci olanı, en nihayetinde kötü olanı temsil ediyor gibi algılanmaya başladı. Fıkıhta içtihat etmek yenilik olarak vaz edildi. Dolayısıyla içtihada referans yapan metinler seçilerek onlara vurgu yapan bir anlayış öne çıkarıldı. Fıkhın geleneksel olarak 4 mezhep temelinde kurumsallaşan yapısı ise taklit ve taassup denilerek kötülendi. Tasavvufta ise birtakım kötü uygulama ve örneklere bakılarak İslam’ın ruhunu temsil eden ve dindarlığın kurumsallaşmasına önemli katkılarda bulunan, aynı zamanda İslamî kimliğin estetik formlarda tezahür etmesine vesile olan, şiirden mûsikîye, edebiyattan el sanatlarına kadar çok çeşitli sahalara katkılarda bulunan manevî yapılar ise tembellerin, hurafelerin merkezi olmakla itham edilerek kötü kategorisine indirildi. Buna karşılık “yeni dindarlık anlayışı” da onun karşısına ikame edildi. Bu şekilde hurafelerden arınma, içtihada yönelme, daha özgürlükçü, liberal anlayışı savunma şeklinde yeni bir anlayışa geçildi. İşte zihinsel kopuş dediğim budur. Bu ikinci kopuşun, yani zihinsel kopuşun tamir edilmesiyse çok daha zor bir şey gibi geliyor bana.
Zihinsel kopuş sonrasında, az evvel bahsettiğim üç alanın yeniden kurulduğunu görüyoruz. Dolayısıyla yeni platformlar oluşturuldu. Geleneksel olan, yöntemiyle birlikte kötülenip devre dışı bırakılırken bunun yerine onları ikame etmek üzere yeni kurumlar açıldı. İlahiyat fakülteleri de Türkiye’de söz konusu yapıların yerine ikame edilen kurumlardan biridir.
Esasında bütün İslam dünyasında da bu bahsettiğim sürecin yaşandığını görüyoruz. Medreseler kendi hallerine bırakılıp onun yerine üniversite denilen yeni bir platformda “Dirâsâtu’l-İslâmiyye”, “Usûlu’d-Dîn” gibi adlarla yeni bölümler kuruldu. Buralarda bu dediğim yeni anlayış yürürlüğe kondu ve bütün İslamî ilimler, ders kitapları olarak buralarda yeniden yazıldı. İlahiyat fakültelerini de bu değişimin bir ürünü olarak görmek gerek. Burada çok önemli bir gözlemi aktarmak istiyorum: İlahiyat fakülteleri medresenin içeriğine sahip olma iddiasındalar ama garip ve paradoksal bir durum da var ortada. Klasik İslam medeniyetinde medrese, hangi alanda olursa olsun bütün entelektüellerin eğitim aldığı bir yer iken bugün ilahiyat fakülteleri bununla aynı konumda değildir. Uzmanlıkların çok daha çeşitlenerek arttığı bir dönemde modern üniversite ilahiyatın yerini aldı. İlahiyat fakültesi önce o üniversitenin kenarında bir yere ilişti ve bir bölüm olarak varlık kazandı. Dolayısıyla medresenin devamı olarak görülemez ilahiyat fakültesi. Ama bu yapı bir yandan da medresede olan her şeyi içermek de istiyor. Bu da tabi ilginç çelişkiler ortaya çıkarıyor. Ortaya çıkardığı bir sonuç şu: Din alanı entelektüeller için sınırlandı. Artık dinî ve dinî olmayan şeklinde bir ikilem ortaya çıktı. Halbuki ondan önceki sistemde böyle bir ayrım yoktu. Bu, ilahiyat fakültesi ve onun ilgilendiği alanlar için ciddi bir problem. Çünkü bir toplumun, medeniyetin, devletin elitlerinin eğitim aldığı kurumlar dinden arındırılıp sadece ilahiyata gidenlerin dinle ilgilenmesi gibi bir durum ortaya çıktı. Biz de tabi ilahiyat fakültelerinin bu konumunun içerisinde yol bulmaya çalışıyoruz. Aslında ilahiyat fakültesi bir taraftan ilahiyatın diğer taraftansa medresenin devamı. Medreselerin devamı olduğu için her alanda konuşmak istiyor ama üniversite ona sadece belli bir alanda konuşma hakkı veriyor. Böyle bir ikilem yaşıyor ilahiyat fakültesi ve bu sebeple de en azından sosyal ve beşerî bilimler alanındaki bütün branşları kendi içinde üretiyor. Böyle bir durumla karşı karşıyayız.
Bir diğer mesele olarak, medrese geleneğinden çıkıp sonrasında ilahiyat fakültelerine gelen hocalarımız var. Bu hocalarımız almış oldukları temel üzerinden öğrencilerini eğitirken diğer tarafta ise bu gelenek içinden gelmeyip tamamen yeni sistem içerisinde yetişen hocalarımız var ve onlar da aldıkları bu temele göre dersler vermekteler. İki hoca profili de derslerinde farklı bir sisteme göre ilerliyor görünmekte. Bu ise doğal olarak öğrencinin karşısına büyük bir problem olarak çıkıyor. Böyle bir durumda öğrencilerin yapması gereken şey nedir sizce?
Bu soruya somut bir cevap vermek mümkün değil, ama durumu şöyle toparlamak, özetlemek mümkün olabilir: Aslında bir yöntem farklılaşmasından bahsediyor soru, yani aslında iki yöntem çarpışıyor ilahiyat fakültesinde. Bir kere bu zihinsel kopuşun getirdiği yeni durum, yeni din öğretimi, bizde 1920’lerin sonunda, 1933 eğitim reformuyla zaten tamamen kapatılan ilahiyat fakültelerinde devre dışı bırakıldığı için bizde gelişme durdu. Çünkü Tanzimat sonrasında çok ciddi arayışlar, öneriler ortaya çıkmıştı, fakat onlar bir dönem kesintiye uğradı. Fakat özellikle Mısır olmak üzere diğer İslam ülkelerinde bu durum devam etti. Ezher’in öncülüğündeki yapılanma, bütün İslamî ilimleri, ders kitapları halinde yeniden yazdı. Eski eğitim sistemi ile yeni eğitim sistemini temelde ayıran bir şey var ki o da biraz önce bahsettiğim o zihinsel kopuş, yani eski yöntem kötüdür yeni yöntem iyidir bakışı. Buna ilave olarak şöyle bir şey de var orada: Eski anlayışta ilimler, kitaplar üzerinden anlatılıyordu. Yeni durumda ise seminer/muhadara/ lecture dediğimiz bir tarzda öğretiliyor. Yani hoca geliyor bir konuyu seminer şeklinde öğrencileriyle tartışarak ya da kendisi anlatarak işliyor. Eski sistemde böyle olmasının bir sebebi var tabii ki. Eski sistem daha çok el yazması kültürünün hâkim olduğu yerlerde olduğu için kitaptan gitmek orada öğrencilere daha emin bir platform sunuyordu. Fakat matbaanın gelmesiyle birlikte modern dönemde, modern eğitim sisteminin üniversite sistemindeki ders sistemine geçmesi yeni bir tarz oluşturdu. Bu, yöntemle ilgili bir durum. Bir de bu yönteme göre yetişen, eski sisteme göre yetişip yeni sisteme ayak uyduran hocalar da oldu. Eski sistemi hiç görmeden yeni sisteme göre eğitim alanlar da oldu ve bu hâlâ devam ediyor. Bu, bir gerilime neden oluyor, çünkü eski sistemin kendine göre bir bilgi oluşturma, bilgiyi yorumlama süreci vardı. Uzun bir âlet ilimleri eğitim döneminin ardından ‘âlî ilimler (yüksek ilimler) şeklinde bütünlükçü bir okuma yapılıyordu. Ama yeni sistem çok farklı unsurlarla beraber, özellikle dil ve araçlar kısmını, âlet ilimleri kısmını daha az önemsedi. Onun yerine daha çok konuya odaklanan bir tasavvur inşa etti. Bu da doğal olarak şöyle bir gerilime neden oldu: Âlet ilimlerinde iyi bir eğitim alıp da aynı zamanda fikrî düzeyde kendisini geliştirenler biraz daha ileri çıkmış oluyor. Diğer taraftan âlet ilimlerinde hiçbir arka plana sahip olmadan sadece üniversitedeki ders anlatımıyla bilgiyi alanlar biraz yüzeyde kalabiliyor. Bir kısım da âlet ilimler sistemine göre yetişmiş, ancak modernle hiç uyum sağlayamıyor. Dolayısıyla bu üç grup da aslında ilahiyat fakültelerinde bir şekilde var oluyor ve öğrenci bir şekilde bunların tümüyle karşılaşmış oluyor. Ben öğrencilerin zamanla bu akış içerisinde bir şekilde yolunu bulacağını zannediyorum. Ben bu durumu olumlu karşılıyorum, çünkü biz ciddi bir kopuş yaşadık ve bu kopuşun ardından yeniden inşa süreci, çok farklı fikirlerin ortaya çıkmasını ve bu farklı fikirlerin de canlı bir şekilde tartışılmasını gerektiriyor. Bunu yapmadan yeni bir şeye ulaşmamız mümkün değil. Bir kere hiçbir sistem kalkıp da şunu iddia edemez: Ben, geçmiştekini aynı şekilde alayım ve bugün uygulayayım. Bir kere böyle bir şey mümkün değildir. Ama geçmiş birikimin üzerinden yeniyi inşa etme süreci devam ediyor ve edecektir. Burada da ilahiyat fakülteleri dışında bize en iyi imkân verecek başka bir yol göremiyorum. Ama özellikle de geleneksel bilgi alanındaki eksikler giderilerek bunu sağlayabiliriz diye düşünüyorum.
Şöyle bir algıdan da söz etmek mümkün: İlahiyat fakülteleri modernist bir bakış açısıyla inşa edildi ve verdiği eğitim de modernist bir bakış açısına sahip. Tabi bu algıya sahip olan kişiler de ya hiç ilahiyat fakültelerine uğramadan medresede okuyarak İslamî ilimler tahsilini yerine getiriyor ya da bir yandan ilahiyat fakültelerine gelirlerken diğer yandan da bir medresede eğitimlerine devam ediyor. Sizce bu noktada olması gereken nedir?
Ben aslında ilahiyat fakültelerinin yeni kurumlar olduğunu ve yeni bilgi anlayışı üzerine kurulduğu gerçeğini kabul ediyorum. Evet, doğrudur. Yeniden ders kitapları yazıldı, eski kitaplar üzerinden, bunların hakkını vererek yeni kitaplar yazılmadı. Yeni yazım ne kadar başarılıydı sorusu ayrı bir konu ama yeni durum, yeni fikirlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Bunda bir gariplik yok, yeni fikirlerin ortaya çıkması bir taraftan da aslında evrensel bir durumdur. Esasında bugün geleneksel eğitim alanlar da ilahiyat fakültelerindekilerden çok da farklı düşünmüyorlar, ama bunun farkında değiller. Aslında modernitenin getirdiği bir problemle karşı karşıyayız biz. Yani biz geleneksel ilimleri okuyunca zihnimiz de ona göre şekillendi zannediyoruz, ama çok emin olmayalım bundan. Ben bir taraftan da ilahiyat fakültelerinin o modernist yaklaşımlar, garip fikirlerle dolu olduğu fikrini de abartılı buluyorum. Çünkü çoğunluğu böyle değil. Böyle olanlar var, ama onlar çok uç ve aykırı fikirler söyledikleri için sansasyon yaratıyor ve bundan dolayı öyle bir görüntü ortaya çıkıyor. Diyelim ki orada yirmi kişi var, ama bir tanesi sansasyon yapıyor. Neticedeyse kurumlardaki herkesin böyle fikirlere sahip olduğu düşünülüyor, ama aslında burada olan sadece bir kişi. Bunu böyle düşünmek lazım. Bunun dışında zihinsel kopuşun yaşandığı yeni dönemde dini algılama meselesinin, eğitimini sadece ilahiyat fakültelerinde değil, aynı zamanda ilahiyat dışında, medrese dediğimiz alanlarda tahsil edenlerin de aynı problemle karşı karşıya olduklarını düşünüyorum. Onlar da aslında yeni bir bakış açısına sahipler. Biraz önce anlattığım; kelâmda, fıkıhta, tasavvuftaki 18. yüzyıl zihniyetine sahip değiller. Onlar da bunu aslında büyük ölçüde terk etmiş durumdalar, sadece farkında değiller. Çok basit bir örnek vereyim, ben doğuya gittiğimde fakülteleri ziyaret ettiğim kadar medreselere de gidiyorum. Orada uzun yıllar gördüğüm bir durum var, o da şu: Medreselerin en temel kitaplarından biri olan Şerhu’l-Akâ’id, çok zor geldiği için bırakıldı, terk edildi. Okunmuyor artık. Onun yerine daha selefî-meşrep akîde kitaplarına yönelmiş durumda medreseler. Dolayısıyla bu yeni durumdan onlar da etkilenmiş görünüyorlar, ama farkında değiller.
İlahiyat fakültelerinde çoğunlukta olan kısım modernist olanlar değil dediniz ama aslında gösterilen tam tersi şeklinde. Peki gelenek savunusu ortadan kalkarsa bu ileride nasıl bir duruma sebebiyet vermiş olur?
Müslümanların çok zengin bir İslamî entelektüel birikimi var. Yüksek din öğretimimiz ne Türkiye’de ne de İslam dünyasında bu entelektüel mirası kullanan ve onun üzerinden bilgi üreten, geliştiren, yeni fikirler ortaya çıkaran bir yaklaşıma sahip değil. Herkes işin kolayına kaçıyor; ben Kur’ân’ı okuyarak, hadisi okuyarak ya da bir usûl kitabı okuyarak yeni bir fikir ortaya atayım diyor. Gelgelelim tefsirde bir Ebu’s-su‘ûd’un mantıksal tutarlılığına, kelâmda bir Taftazânî’nin iç tutarlılığı ve iç derinliğine ya da fıkıhta bir İbn Abidin’in entelektüel birikimine ve derinliğine sahip olmadan bunu yapmak istiyor. Problem asıl burada bence. Halbuki akademik bilginin çok basit bir tanımı var. Akademik bilgi sizden önceki bilinen bilgileri kuşatıp onun üstüne çıkmak demektir. Bunu yapamadığınız zaman sizin yaptığınız bilgi sadece bir bireyin kendi zihinsel dünyasıyla sınırlı kalıyor veya son yüzyıldaki Müslüman aydınların birikimleri üzerinden gidiyorsunuz demektir. Halbuki son yüzyıldaki İslamî birikim yeniden oluşturulurken geçmiş birikimin üzerine oturmadı. Eğer onun üzerine oturmuş olsaydı ben modernist-gelenekçi tartışmasına girerdim. Ama ne modernist ne de gelenekçi var ortada, ben böyle düşünüyorum. Bu tartışma çok daha esaslı bir tartışma olmalıydı bence, bizimkisi çok daha yüzeysel bir tartışma. Modernist gelenekçi olabiliyor, gelenekçi de modernist olabiliyor farkında olmadan. Halbuki bizim geleneğimizde, tarihimizde bilgi çok rasyonel olarak tanımlanmıştır ve rasyonelitesi çok yüksek olan bu birikimin üzerine siz ancak yeni bir birikim geliştirebilirsiniz. Bazıları sadece Batı’yı okuyarak, bir iki tane âyet-hadis okuyarak İslam hakkında iddialı fikirler elde edebiliyor. Bazen ise Batı’dan hiçbir şey okumadan İslam hakkında bir şeyler okuyanlar Batı hakkında ahkâm kesebiliyor. Bunlar yüzeysel durumlar. Bunların dışına çıkmamız ve bunların ötesinde bir derinliğe yönelmemiz lazım. Eğer çözüm istiyorsak çözüm bence burada olmalı.
Peki sizce bu vaziyet olumlu bir hâle doğru mu gidiyor yoksa daha da kötüleşen bir durum mu söz konusu?
Bence bu sorunun daha fazla farkına varmaya başlıyoruz. Müslümanlar olarak, entelektüeller olarak İslam medeniyetini yeteri kadar içselleştiremediğimiz ve bunu içselleştirmemiz gerektiğine dair bilincimiz giderek yaygınlık kazanıyor. Bu yaygınlık ise bizi biraz daha esaslı tartışmaların eşiğine doğru ilerletiyor. Tanzimat aydınları esaslı tartışmalar yapmışlardı, fakat onların bir şanssızlığı oldu: İslam dünyasının harap olduğu ve bîtâp düştüğü, tamamen yenildiği, adeta bir büyük deprem veya bir patlamanın neden olduğu harabe içerisinde düşündüler ve bu bakımdan da zihinleri sağlıklı değildi. Deprem yaşayan, büyük şok yaşayan insanların zihinleri sağlıklı düşünemez. Onlar böylesi sağlıksız durumlarda bu bilgileri ürettiler. Dolayısıyla bizim şimdi daha soğukkanlı bir biçimde o birikime sahip olup soruları yeniden ele almamız gerekiyor. Yani Tanzimat aydınının ve sonrasında Meşrutiyet ve Cumhuriyet aydınlarının sorduğu soruları yeniden sormamız ve cevaplamamız gerekiyor. En önemlisi de geçmişi zihnimizde kötü, geri diye düşünmeden, onun rasyonelitesini kavrayarak ve ondaki birikimi alarak, yeniyi de ‘tu kaka’ etmeden, onu da analiz ederek bir çözüme ulaşabiliriz. Başka türlü çözümden bahsedemeyiz.
Gelenekten ve moderniteden bu kadar bahsettikten sonra bulunduğumuz kuruma dönecek olursak, sizce İSAR bu gelenek ve modernite anlayışının neresinde duruyor?
Aslında biz hep İSAR’ı konuştuk değil mi? İSAR geçmedi konuşmamızda aslında ama hep onu anlattık. İSAR bir idealden ortaya çıktı. Tanzimat’tan bu yana Müslümanların yaşadığı bu büyük kırılmada, özellikle de dinî olan ve olmayan bilgi alanlarını ayırma girişimi görünümüyle karşımıza çıkan zihinsel kırılmada bir arayış olarak ortaya çıktı. İSAR’ın aslında temel felsefesi şu: Dinî alanda bilgi üretme fikri sadece ilahiyatçıların tekelinde değildir. Bu bilgi, aslında, hangi alanda olursa olsun bütün Müslüman entelektüel ve âlimlerinin de uğraş alanı olmalıydı. Geçmişte böyleydi, bugün de böyle olabilir. Yani bugün bir mühendis, bir doktor, bir hukukçu da ilahiyatçı kadar İslamî entelektüel bilgiyi, yani şer‘î entelektüel bilgiyi bilmek zorundadır. Müslüman olmak için kelime-i şehâdet yeterlidir, ancak Müslüman bir entelektüel olabilmek için yalnızca bu yetmez. Onun ötesinde şer‘i bilimleri de bilmesi gerekir.
Biraz önce yüzeysel kalma meselesinden bahsetmiştik. Geleneği savunanlar geleneği tam olarak bilmiyor demiştik. Böyle bir düzlemde İSAR programını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu proje ile birlikte bahsettiğiniz farklı disiplindeki öğrencilerin geleneğe katkıları olacak mı?
Evvela şunu söylemeliyiz ki İSAR’ın öncelikli olarak dikkat ettiği kriterlerden biri de seçtiği öğrencilerin Türkiye’nin en iyi beyinleri olmasıdır. Çünkü bu faaliyete Türkiye’nin en iyilerini çekemezsek bu alanda ufuk açıcı, dünyaya hitap eden ve derinlikli yeni açılımlar yapma imkânımız da olmaz. Bu nedenle dinî bilginin inşası için bu alana en iyi öğrencileri çekmemiz gerekir. Her şeyden önce İSAR’ın bunu başarabildiğini belirtmemiz gerek. Tabi ikinci kısımda ise bu öğrenciler bir üniversitede okuyorlar ve bunun yanında gelip burada bu dersleri alıyorlar. Bu işin hakkını ne kadar verebiliyorlar diye sorabiliriz. Ben aslında şöyle düşünüyorum: Üniversite çağına gelmiş öğrencilerin aldığı birçok formasyon var. Öğrenciler bu formasyona oturduğu için bizim burada daha sınırlı olan bilgi verişimiz o öğrencinin daha önceki birikimiyle birleştiği için öğrenciler çok daha verimli bir şekilde derinlik kazanabilmektedir. Evet kabul ediyorum, geçmişte bir medresedeki öğrenci kadar buna zaman ayırmıyor belki, ama başka özellikler ile bu durum telafi edilebilir. İkinci olarak, biz burada verilecek temel eğitim programı vasıtasıyla öğrencinin zihninde “yapılabilecek olan şudur” tanımı çıkarmak istiyoruz. Bunu çıkardığımız zaman ondan sonrasını öğrenci kendisi yerine getirebilecektir. Kaldı ki bizim dört yıllık eğitimimizin üzerine üç yıllık bir ilave ihtisas çalışmamız var. Bunun yanında ilave olarak atölye çalışmalarımızla da bu ilgisinin devam etmesini sağlamaya ve bu açığı kapatmaya çalışıyoruz.
İSAR’ı, din öğretimi sunan diğer yüksek öğretim kurumlarından ayıran bir diğer yön de şudur: Biz geleneksel medresedeki metin okuma tarzını esas alarak eğitimimizi sürdürmeye çalışıyoruz. Bunun en önemli sebebi ise ilahiyat alanında öğretilmiş bilginin geçmişle irtibatındaki sorundan kaynaklanmaktadır. Biz öğrencinin, 18. yüzyıldaki bir entelektüelin bakış açısını da görebilmesini sağlamaya çalışıyoruz. Çünkü zihni yeniye alıştırdığınızda zihin otomatik olarak kendisini eskiye kapatıyor. Yeniyi her zaman değiştirebilirsiniz ama yeniyi verdiğinizde eski hiçbir şekilde zihne gelmiyor ve böylelikle onun önünü kapatmış oluyorsunuz. Bu yeni tarzla, eskinin zaten kuşatıldığı zannediliyor. Ama ben yeni olanın eskiyi kuşatamadığını düşünüyorum. Bu sebepten ötürü eski ile başlayıp yeniye gelmenin çok daha sağlıklı bir yol olduğu fikrini paylaşıyorum. Eğitim sürecimizin başından sonuna dek klasik metinler üzerinden gitmemizin sebebi de bu.
İSAR’ın bir misyonu olduğunu söylediniz. Ne zaman ve hangi durumda olursak İSAR’ın hedeflerine ulaştığı kanısına varmış olursunuz?
Burada kısa, orta ve uzun vadeli hedeflerden söz edebiliriz. Bu çok uzun soluklu bir ilerleyiş. Bizler iki yüz yılı aşkın bir sürede bu kopuşu yaşadık ve hâlâ da bu kopuşun içerisindeyiz. Şimdi yeniden bu irtibatın kurulması yolunda uzun yıllar gerekecektir. Kısa vadede biz bu modelin, yani ilahiyat dışında bir öğrencinin İslamî bilgiyi, klasik İslamî metinler aracılığıyla öğrenmesinin mümkün olabileceğini temel düzeyde göstermek istiyorduk. Bu düşünce şu anda dokuzuncu yılını tamamlıyor. Dolaysıyla kısa vadeli hedefin başarılı olduğunu ifade edebiliriz diye düşünüyorum. Orta vadede ise bu bilginin daha kullanılabilir bir hâle getirilmesi hedefi yer alıyor. Bunu da atölyelerimizde ve kuracağımız araştırma merkezlerimizde orta vadede gerçekleştirmeyi düşünüyoruz. Bu ilmî ortamlarda söz konusu bilgiyi güncel sorunlarımızla, yani klasik metinlerde kazanılan formasyonu yeni bilgi ile buluşturarak
sorularımıza farklı perspektiflerden cevaplar üretebileceğimiz projeler ve atölye çalışmalarımız var. Uzun vadede ise bunları ürüne dönüştürme hedefimiz var. Bu gayretlerin çok ciddi anlamda, Türkiye’de ve İslam dünyasında, Müslümanların entelektüel ve pratik problemlerini çözebilecek önemli eserlere, kitaplara, makalelere, dergilere, çalışmalara dönüşmesini sağlamayı planlıyoruz uzun vadede. Eğer o ürünler çıkarsa ilk hedefimiz tamamlanmış olur diye düşünüyoruz. Elbette ki bu, uzun bir çalışma gerçekleşecektir.