TEŞEKKÜL DÖNEMİ KONUŞMALARI - 3

23 Nisan 2019
12:17

Yazar
Kocaeli Üniversitesi Araştırma Görevlisi / Ali İhsan Kılıç

Çatışma ile Uzlaşma Arasında: Şathiye Kavramının Doğuşu

 

Tasavvufun teşekkül dönemiyle ilgili yapılan konuşmalara şatahat kavramı merkezli bir oturumla devam edildi. Bu oturumda, tasavvuf alanında tarihsel ve özellikle doktrin bazlı çok sayıda eser kaleme alan Ekrem Demirli sunumlarını gerçekleştirdi. Özbekler Tekkesi’nde yapılan sunuma çok sayıda araştırmacı katılım gösterdi.

Konuşmasına tasavvufun ilimler tasnifindeki yeri bağlamında bir girişle başlayan Demirli, tasavvuf tarihi yazımında karşılaşılan parçalı düşüncelere atıf yaparak tasavvufun siyasal, sosyal ve entelektüel bakımdan bütün dönemleri ve kurumları ile birlikte düşünce tarihinde kendisine yer edinebileceğini, aksi söz konusu olduğunda bunun mümkün olmayacağını belirtmiştir. Bu genel değerlendirmeyi konuşmanın başında yaptıktan sonra bu değerlendirmesine yol açan sebepleri açıklamak üzere şatahat kavramı üzerinden tasavvufun tarihsel gelişimini irdeleyerek, onun diğer ilimlerle olan çatışma ve uzlaşı konularını ele almaya çalışmıştır.

Şatahat kavramının daha çok Hallâc ve Bâyezid Bistâmî gibi sûfilere ait “Ene’l-Hak” ve “Sübhânî mâ azame şâni” gibi sözlerden ibaret görülmesinin meselenin kendisini ifade etmesi açısından yetersizliğine işaret etmiştir. Ebu Nasr es-Serrâc’tan hareketle şatahatın dilsel anlamı üzerinden konuşmasını geliştiren Demirli, “şataha” fiilinin un öğütürken oluktan dışarı taşan taneleri ifade eden bir anlama geldiğini belirtmiştir. Konunun birtakım sözlerden ibaret olan anlaşılma biçimine tekrar atıfta bulunan konuşmacı, dikkatlerin daha çok oluk dışına taşanlara çevrildiğini fakat oluğun neden taşırdığına odaklanılmadığına dikkat çekerek, oluğun genişliği ve kuşatıcılığındaki sınırlılığı gündeme getirmiştir. Bu bakış açısıyla tasavvufun dışlanan yanlarının sebeplerini araştımaya ve dışlayıcı unsurların ne türden bir refleksle hareket ettiklerine odaklanan Demirli, şatahat kavramını merkeze alarak normatif geleneklerle tasavvuf ilişkisi üzerinde durmuştur. Rüsum/zâhir ve hakikat şeklinde bir ayrımın oluştuğundan bahseden Demirli, hakikat alanının yatağın dışında kaldığını, ibadetler ve nass yorumculuğunda zâhiri temsil eden grupların tanımlarının asıl olarak kabul edildiğini, sûfilerin görüşlerinin ise kabul sınırları dışarısında kaldığını ve periferiye itildiğini öne sürmüştür. Bu durumun ortaya çıkmasında hakikat alanını temsil ettiğini iddia eden ibâhilik ve ittihat/hülûl görüşüne sahip grupların etkili olduğuna dikkat çekmiştir. Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdadi önderliğinde temsil edilen tasavvuf anlayışının sûfilerle bâtınî grupları ayrıştırmak amacıyla, zâhir ve hakikat şeklinde oluşan ayrımı telif çabası içerisine girdiğini; bu anlayışın hakikat tarafına düşen sözleri zabt altına almaya çalıştığını ve bu hakikat boyutunun zâhir hükümleri ile (oluğun sınırları ile) uyumlu olduğu müddetçe bu ekol tarafından makbul görüldüğünü ifade etmiştir. Böylece hakikat oluk/yatak içerisine taşınırken yatak asıl kabul edilmiş, “hakikat” alanı ise fer’ tarafta kalmıştır.

Konuşmacı, özellikle kelam ve fıkıh merkezli düşüncenin oluğun/nehrin yatağını belirlediğini ileri sürerek, tasavvufun yatağın dışına taşmayan yorumlarının işaret kavramı ile ifade edildiğini; taşanların ise şatahat şeklinde tanımlanarak dışlandığını belirtmiştir. Normatif geleneklerin tasavvufun sınırlarını ahlak alanı ile sınırlağına vurgu yapan Demirli, burada ortaya konulan görüşlerin ise toplumsal hayatı ve düzeni sarsmayacak boyutlara indirgediğini öne sürmüştür. Bu bakımdan işaret kavramı ahlak alanında bir iddia taşırken bu iddianın belirli bir çerçeve içerisinde kalıp müstakil bir yöntem ve yorum geleneğini ortaya çıkarmadığı üzerinde durulmuştur. Şatahat alanı ise yatak dışına taşmakla birlikte sûfî zümrenin dışında görülmeleri mümkün olmayan kimselerden ortaya çıkan söz, fiil ve davranışları ifade eden bir anlam kazanmıştır. Şatahatın sadece sözlü ifadelerle sınırlı kalmaması sûfi biyografilerinin, riyâzet yönteminin ve keramet vs. gibi hâdiselerin de yatak dışında görülmesine ve şatahat alanına taşınmasına sebep olmuştur. Ancak Demirli’nin iddiasına göre tasavvufun yatağa sığmayan ancak varlığını devam ettirdiği bir alan olarak ortaya çıktığı yön, ürettiği dilsel yapıdır. Bu dil, yatay dilin bozulmasına neden olan teosentrik bir dildir. Bir başka ifadeyle hakikate ilişkin tümevarımsal dilin tümdengelimsel bir dile dönüşmesiyle tasavvuf kendi özgün alanını korumayı sürdürebilmiştir. Sonuç olarak, normatif geleneklerle tasavvuf arasındaki esas sorunun tümevarımsal dille tümdengelimsel dil arasında düğümlendiği belirtilerek konuşma tamamlanmıştır.