Kısaca akademik geçmişinizi bizimle paylaşabilir misiniz?
Geçmişimin direkt olarak hangi parçaları akademiyle ilgili, hangisi bunun dışında ayırt etmek zor olduğu için, bu soruya verdiğim cevap aslında kısa özgeçmişim olmak durumunda.
1982 yılında İstanbul’da doğdum ve ilkokulu Eyüp ilçesinin Alibeyköy semtinde okudum. Bunu müteakip pederimin etrafından aldığı tavsiyelerle Silivri ilçesinin Değirmenköy kasabasında yurtta kalmaya başladım. Süleyman Efendi cemaatinin bu yurdunda üç sene müddetle gündüzleri formal ortaokul eğitimime devam edip akşamları da -tabi bu aşamada başlangıç seviyesinde olmak kaydıyla- İslami ilimlerle iştigal etmeye başladım. 1996 yılında ortaokuldan mezun olduktan sonra İstanbul’da farklı mahallerdeki Kur’an kurslarında beş sene süreyle daha ileri düzeyde İslami ilimler tahsil ettim. Bu zaman zarfında dışarıdan lise eğitimimi tamamlayarak üniversite sınavına girdim ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde tarih okumaya başladım. Dolayısıyla üniversiteye gayet makbul derecede Arapça ve İslami ilimlere kayda değer bir vukufiyet kazanmış olarak başladım. Üniversitenin ilk yılında da buna İngilizce hazırlık dönemi eklenince bir anlamda benim için yeni ufuklar da açılmış oldu.
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde de gayet faydalı ve keyifli öğrencilik yıllarım geçti ve 3. sınıfta o zaman kadar seçmeli derslerimin ekserisini almayı tercih ettiğim Uluslararası İlişkiler bölümünde çift anadal programına başladım. Bu bölüm bana tarih eğitiminin kazandırdığı derinliğe ilaveten güncele dair bir farkındalık kattı. Ancak tarih, akademik ilgimin merkezinde olmayı sürekli devam ettirdi. Daha da spesifik olarak, kendi içinde girift bir sürecin neticesi olarak lisansımın erken dönemlerinde İran tarihine ilgi duymaya başlamış ve İstanbul’da Farsça dersleri almıştım. 2004 senesi yazında Tahran’a giderek Farsça yaz okuluna katılmakla Farsçamı da belirli bir seviyeye taşıma imkanı buldum. Elbette Farsça’nın bana farklı bir kanal açtığını söylemeye sanırım gerek yok.
2007 yılında üniversitemin sağladığı imkanlarla Erasmus değişim öğrencisi olarak Leiden Üniversitesi’ne gittim ki bu söz konusu şehir ve üniversiteyle nispeten uzun sürecek hukukumun ilk aşaması oldu. 2008 yılında aynı üniversitenin Fars Dili ve Kültürü bölümünde yüksek lisans yaptım ve araştırma konusu olarak Muhammed İkbal’i tetkik ettim. Özellikle İkbal’in Batı algısı, bilhassa da Doğu’dan Haber [Peyam-i Meşrik] eserinde resmedildiği şekli tezimin ana gövdesini oluşturdu.
Doktora döneminde tekrar tarihe dönüş yaptım desem yeridir. Başlangıçta Osmanlı ve İran anayasal devrimleri üzerinde durmayı istiyordum ancak hemen yaptığım okumalar hem de hocam Touraj Atabaki’nin önerileri daha ziyade sosyal tarihe eğilmem sonucunu doğurdu. Bu meyanda teorik okumalar yaptım ki bu okumaların önemli kısmını oluşturan maduniyet tartışmalarına eğilmem hocamın bu konu etrafındaki bölümleri içeren kitabını (Devlet ve Maduniyet – Türkiye ve İran’da Modernleşme, Toplum ve Devlet) Türkçeye tercüme ettiğim döneme tesadüf eder.
İlerleyen dönemlerde İran emek tarihine eğildim ve Devlet, Toplum ve Emek: İran Tekstil İşçilerinin Sosyal Tarihi, 1906-1941 başlıklı tezimi 2015 haziranında savundum. İnsanlar -belki eve ekmek götürmekle sorumlu olanlar diye daraltabiliriz bunu, ancak giderek genellenebilir hale geldi- hayatlarının büyük kısmında işleri dolayısıyla emekleriyle var oluyorlar. Dolayısıyla yukarıda işleyen büyük süreçlerin insanların hayatlarının bu kısmına nasıl yansıdığı, makro iktisadi ve siyasi politikaların insanların geniş anlamıyla maişetleri açısından ne getirip götürdüğü bana şu an tezime başladığım dönemden daha da ilgi çekici bir konu olarak görünüyor. Ayrıca, tezimi diğer kaynakların yanı sıra büyük oranda İranlı işçilerin dilekçelerine dayanarak yazdığım için bolca denk geldiğim birebir insan hikâyeleri, bazen dramatik bazen manipulatif ama her zaman içinde bir sofistikasyon içeren karşıdakini, bu bağlamda resmî mercileri, derdi ya da talebi hususunda ikna etme çabaları fevkalade ilgi çekici oldu benim için. Nihai ürünümün verdiği neticelerden çok doğrudan ya da satır aralarında işaret ettiği sorular ve sorunlar noktasında mühim olduğunu söylesem tezavu yapmış olmam. Bilakis bu kendi zaviyemden bakınca bana çok kayda değer bir kazanım gibi görünüyor. Tabi bunu uzun uzadıya açmak mümkün, ancak İran emek tarihi milliyetçi/dayanışması ve Marksist/çatışmacı paradigmalar arasında sıkışmış bir tarihtir ki bu Türk emek tarihinden çok da farklı değil aslında. Buna İslamcı/özcü yaklaşımı da, daha ziyade İran bağlamında, eklemek gerekir. Ne var ki gerçek hayat çok daha kompleks şartlar içerisinde cereyan ediyor, gerçek insanların talepleri de hakeza çok girift söylem ve tutumları barındırabiliyor. Dolayısıyla bu hayatların ve insanların tarihi de kat’i kategoriler ve ideolojik yaklaşımlar bir oranda da olsa kenara konmadan anlatılamıyor. Bu nedenlerle resmî kayıtların yanında İran devletinin ya da başta İngilizler olmak üzere diğer yabancılara ait dergi ve gazeteler, ayrıca İranlı işçilere ait dilekçeler üzerinden vakıanın giriftliğini ortaya koymaya çalıştığımı ve mevcut paradigmaları da ele aldığımı söylemem yerinde olacaktır.
Yurtdışında eğitim alan biri olarak Türk akademisinin genel durumu hakkında neler söyleyebilirsiniz? Öne çıkan eksikler nelerdir? Kısaca bahsedebilir misiniz?
Elbette bu konuda söylenecek çok şey var ve benim söyleyeceklerim sınırlı tecrübelerime istinat edecek. Herhangi bir kültürel bağlamda akademik süreçleri siyasi olanlardan ya da siyasi olanları iktisadi olanlardan ayırt ederek analiz etmek tabiki mümkün değil. Bunların hepsi bir zihniyetin ürünü ve birbirinden radikal farklılıklar içermiyor. Ne var ki ilmiye dediğimiz kesim yüksek bilgi birikimiyle temayüz ettiği ya da öyle olması beklendiği için belirli özgünlükler içeriyor. Bu noktada bizde ve dışarıda akademik süreçlerin, özellikle de lisansüstü düzeyde, farklı olup olmadığı, şayet böyleyse neden böyle olduğu konusunun ilk ikisi daha teorik olmak üzere üç vechesi olduğunu düşünüyorum. Kısaca, bunlar bitmek bilmeyen modernite konusu, bununla ilişkili olan kültürel devamlılık mevzuu ve metodoloji meselesidir.
Çok fazla ayrıntıya girmeden bunları açmam gerekirse bizde modernite sadece gündelik hayatı kuşatmasıyla kalmadı, ki bu bizim topluma has bir durum değil, ayrıca her türlü akademik tartışma üzerinde de bir şekilde tahakküm kurdu. Biz çok daha geriye gitmeksizin 19. yüzyıldan beri farklı kavram ve bağlamlarla modernite konusunu tartışıyoruz. Aslında yaptığmız şey zaman zaman hoş esintilere rahatlasak da gergin bir nefis muhasebesi. Elbette burada ferdî bir muhasebeden değil kültürel bir muhasebeden bahsediyorum. Gerek neden bunca eksiğimiz var, neden geri kaldık gibi afaki sorularla iştigal ederken gerekse de aslında biz de fena değiliz, bakın Batı’nın kaydettiği gelişmelerin nüveleri bizde de vardı ama bir noktada, büyük oranda emperyalistlarin marifetiyle, akamete uğradı derken gerginiz. Burada künhüne vakıf olmadığımız ya da işleyişinde fail olmadığımız bir tartışmanın bütün yıpratıcılığını tecrübe ettik biz. Süregiden bir modernite hegemonyası bence akademimizin öncelikli meselelerindendir.
İkinci husus kültürel devamlılık konusudur. Bu hangi alanda konuştuğumuza göre üzerinde uzun uzadıya durulabilecek bir konu, ancak ben daha ziyade kendi alanım üzerinden gideyim. Mesela lisans derslerinde sürekli bizim tarih yazımımızın asırlar boyu vakıa-nüvislik düzeyinde kaldığı modern anlamıyla ilk tarihçimizin Cevdet Paşa olduğu gibi değerlendirmeleri çokça duyduk. Hatta daha da ileri giderek bu geleneksel tarih yazımının aslında sultan başta gelmek üzere rical-i devletin sergüzeştleri ve mühim tarihî olaylarla sınırlı olduğu söylendi. Ama zahmet edip gerçek anlamda bu metinleri analiz eden pek az tarih bölümü var. Hakeza, sırf ileri düzeyde Osmanlıca bilmenin bile farık bir imtiyaz olduğu vasatlarda elbette geçmişle nitelikli bir ilişkinin kurulmasını beklemek gerçekçi olmuyor. Batı’da faraza artısıyla eksisiyle oryantalist gelenek bir çerçeve sundu ve bunu takip edenler de eleştirip revize edenler de bu geleneğin bir parçası oldu. Biz ise malesef neyin gelenek olup neyin olmadığına o kadar yoğunlaştık ve bugünkü mücadeleleri o derece geriye, geçmişe teşmil ettik ki iyi herhangi bir sosyal bilim alanında kötü kabul ya da revize ve bir derece de olsa genel kabule mazhar olmuş bir geleneğimiz olduğuna şahsen kani olamıyorum.
Batı eğitim formasyonuyla aramızda var olan ve sürekli üzerinde durulan üçüncü bir husus da medotolojidir. Lisans derslerimden birinde bir Alman hocamız sınıftaki mutlak sükût hali üzerine bir defasında, “Lütfen konuşun, Avrupa’da sizin birikiminizin yarısına sahip olmayan öğrenciler ders boyu susmuyor” demişti. Abartılı bulmuştum bu sözleri. Ne var ki Leiden’da aldığım ilk ders bu anlamda tam bir şok oldu benim için. Öğrenciler o kadar konuşuyorlar ve bana kalsa o derece üzerinde az düşünülmüş fikirlerini paylaşıyorlardı ki hayret etmemek mümkün değildi. Bu önemli bir metodolojik ve hatta öncelikli olarak kültürel bir meseledir. Değilse ortalama bir lisansüstü Türk öğencisinin, mesela Avrupalı ya da Amerikalı olanlardan daha az bilgili olduğunu zinhar düşünmüyorum. Belki bunun aksi bile söylenebilir. Dolayısıyla, temel fark Avrupa ya da Amerika’daki -ben daha çok Avrupa için konuşabilirim- daha yerleşik bölümlerin ve öğrenciye alan açan, onu kendi başına üretmeye ve paylaşmaya sevk eden bir sistemin varlığı gibi görünüyor bana.
Türkiye’de akademisyen olacak olan bir kişinin İslami ilimlerle ilgi ve alakası ne olmalıdır? İslami ilimler yalnızca ilahiyat camiasının bir uğraş alanı mıdır? Bir akademisyene İslami ilimlerin faydası ne olabilir?
Mesnevî’de geçen meşhur bir filozof-köylü hikâyesi vardır. Filozof, devesi ile yolculuk yapan bir köylüye rastlar ve ona nereden gelip nereye gittiğini sorup öğrendikten sonra, devenin iki yanından sarkmış çuvallarda neler olduğunu sorar. Köylünün arabanın dengesini sağlamak için çuvallardan birine buğday, diğerine kum doldurduğunu söylemesi üzerine filozof gülmeye başlar ve denge sağlamak için buğdayın yarısını bir çuvala, diğer yarısını da öbürüne doldursaydın herhalde daha akıllıca davranmış, zavallı devenin yükünü de azaltmış olurdun der. Şaşıran köylü bilge adama hayranlıkla bakmaya başlar ve arabasına buyur eder. Sonra köylü filozofa “bu kadar akıllı olduğuna göre sen padişah yahut vezir olmalısın” der. Ancak yol arkadaşı bunların ikisi de olmadığını söyler. “Öyleyse dükkan sahibi zengin biri olmalısın” derse de filozof, “Cebinde metelik bile olmayan bir adamım ben” diye mukabelede bulunur. Köylü hayretler içinde kalır ve “Çekil git yanımdan, senin ilminin faydası bulunsaydı, önce sana fayda ederdi” der ve ekler: “Torbamın birinde kum, diğerinde buğday olması, senin içi boş bilgi ve felsefenden çok daha iyidir.”
Neredeyse hemen her sahada ilmin büyük oranda araçsallaştırıldığı, daha da net ifadesiyle getirdiği maddi avantajlar ekseninde değerlendirildiği bir çağda yaşıyoruz. Bu elbette bugünün meselesi değil, artık neredeyse tabiiyattan kabul edilir oldu. Sofistler her çağda var oldu, her kültürde maddiyatı önceleyenler oldu, ancak bunun bu derece yaygınlaşması görece yeni bir olgu gibi duruyor. Durum bu olunca da mevcut ortamda hangi bilgiler geçer akçeyse insanlar ona yöneldi. Bu maalesef din bilgilerini tahsil edenlerle öteki ilimleri tahsil edenler arasında bugün gördüğümüz sorunlu ayrımı meydana çıkardı. Sadece bazı insanlar lazım addetmedikleri için İslami ilimlerle iştigal etmemeyi tercih etmedi, aynı zamanda bu ilmin kendisi başka kimseler için araçsal değeriyle var oldu. Bu çıkmazı aşmak ve anlamlı bir bütünlük oluşturmak çok önemli bir iştir. Dünyayı ve insanlığı ne kadar kavramak istiyorsak ona o kadar farklı zaviyelerden bakmamız gerekir. Modern bilimsel metotların ortaya çıkardığı faydalar aşikar, ancak bu metotların insanı bütünüyle kavraması mümkün değil. Kaldı ki 19. yüzyılın muhteris pozitivist yaklaşımının taşıdığı bu pozitivizm iddiası bugün zaten çok kişiye anlamsız gelir. Öyleyse, gerek bir Müslüman kimliğiyle gerekse de insanı ve varlığı anlamak amacıyla İslami ilim olmazsa olmazdır.
İSAR deyince aklınıza ilk gelen cümleler nelerdir? Önceki soruyla irtibatlı olarak İSAR’ın Türkiye’de doldurduğu boşluk nedir? Hangi ihtiyaca karşılık gelmektedir?
Kötü bir talebeden iyi bir hoca çıktığı pek istisnaidir ve sanırım bu en fazla kurumlar için geçerli bir kaidedir. Bu nedenle İSAR’ı şahsen her şeyden önce ehil bir talebe gibi görüyorum. Yani önceki deneyimlerden iyi istifade etmiş ve olabildiğince artılarını alarak eksilerini dışta tutmaya çalışan, parçası olduğumuz bir kurum var karışımızda. Bu noktada ne kadar başarılı olunup olunmadığı elbette ancak kurumun mezunlarına bakılarak tespit edilebilir. Bizim takriben iki yüzyıllık geçmişimizdeki siyasi, ekonomik, askerî vs. konuları çokça konuşuruz ancak talim ve terbiyenin duçar olduğu sorunlarla o derecede başka pek az alanda karşılaştık. Osmanlı kadim nizamının işlemediğini tespit edenler muhtelif alanlarda sorunlar tespit etseler de çözümleri hep başka türlü bir eğitim zihniyetini ve metodunu edinmeyi gerektirdi. Bu askeri reformlarda da böyledir, siyasi olanlarda da, hukuki olanlarda da ve hatta iktisadi olanlarda da. Hani derler ya karga kekliği taklit edeyim derken kendi yürüyüşünü şaşırmış, bizim eğitimimizde de benzer süreçler yaşandı. Bunlar elbette tarihçileri çokça meşgul eden uzun meseleler, ancak ıslah taraftarları arasında bir yanda zevahiri kurtarma taraftarları vardı bir yanda da meselenin öze taalluk ettiğini düşünenler. 19. yüzyıl boyunca daha faydacı ve olabildiğince kısa vadede netice verecek eğitim politikaları takip edildi. Askerin başka türlü olması gerekiyorsa ona başka türlü eğitim vermek lazımdı. Mühendis lazımsa mühendishane açmalıydı. Bürokrat lazımsa da mülkiye vardı. Bu liste uzar. Ne var ki bu farklı meslek alanlarına yönelen insanlar hayatı tabii akışı içerisinde farklı derecelerde de olsa dinin ilmine vukufiyet kesp ederdi. Kaldı ki, belki bizde din dışı hatta din karşıtı düşünceler öteden beri vardır, ancak bunu dinin bilgisine karşı bugün gözlemlediğimiz derecede bir lakaytlık ve cehaletle yapmak yeni bir hastalıktır.
Demem o ki, İslami eğitim bizde insana bedenî ve zihnî rüşdü boyunca eşlik eden bir şeydi. Tabi bir noktadan sonra artık bu durum değişti; sadece bizde değil bütün dünyada değişti. Faydacılık modern insanın o kadar baskın bir hasleti oldu ki mümkün olduğunca kısa vadede maddi bir neticesi görülmeyen şey pek çok insan için tahammül-fersa oldu. Şimdi cevaplamamız gereken soru kim olduğumuzdur. Şayet insanın maddi yanından ibaret bir varlık olmadığını söylüyorsak, şayet insanı insan yapan ulvi boyutlarının varlığına kani isek o zaman talim ve terbiye ile kurduğumuz münasebet de bu derece çok boyutlu olmalıdır. O vakit de aldığımız formel eğitimden ve kariyer planımızdan bağımsız İslami ilimlerle iştigal etmenin bir angarya değil, bilakis vazife olduğunu bilmek gerekir.
İşte kanaatimce İSAR tam da bu noktada talepleri olanlara güzel bir imkan sağlıyor. Kurumdaki bütün talebeler ve hocalar hayatın içinden insanlar, yani burada verilen dersler dışında farklı alanlarda ilmî faaliyetleri olan insanlar. Bu vaziyet, İslami ilimler tahsil eden kişilere diğer ilimler konusunda, aksi durumda olanlara da İslami ilimler konusunda eğitici rol üstlenmeyi uygun bir zemine taşıyor.
Türkiye’nin yakın tarihini göz önüne alırsak, kişilerden de soyutlayarak konuşmak gerekirse, İSAR gibi bir kurumun kurulmasının arkasında yatan saikler nelerdir? Tarihsel seyir içerisinde İSAR’ın ortaya çıkışını bir tarihçi olarak nasıl yorumlarsınız?
Bu soruya kısmen de olsa bir önceki soruda cevap verdim sanırım. Eğer gerçek bir soyutlama yapacaksak konuyu İSAR’dan da soyutlamalıyız. Bunu yaptığımızda da çok grift ama mutlaka kafa yormamız gereken meseleler çıkar karşımıza. Öncelikle, çok fazla geriye gitmeksizin 19. yüzyıl başında Osmanlı rical-i devleti ve ulemasının kayda değer bir kısmı arasında devletin akibetine dair bir endişe hasıl olduğu harcıalem bir şeydir. Bence asıl ilginç olanı da bu endişenin sonraki dönemlerde takip ettiği seyirdir. Savunması en zor olan şeyler savunmaya en değer şeylerdir derler. Bizde bu endişe hali öyle savrulmalar meydana getirdi ki fırtınaya yakalanan gemiden yük atar gibi ağırlıklarımızdan kurtulmalıyız feveranları başladı. Bu halet-i ruhiyeye kapıldığımızda maalesef henüz neyin asli neyin zaid olduğunu tespit edebilmiş değildik, ama acelemiz vardı. Herkes bir şeyi hedef almaya başladı. Kimisi yeniçeriyi sorumlu tuttu, kimisi köhne olduğunu söyledikleri iktisadi yapılanmamızı ve özel teşebbüsün olmayışından dem vurdu, kimisine göre ise bir anayasamız olsa ve herkesin hukuku ve mükellefiyetleri belirlense sorun hallolacaktı. Ancak bu süreçte çok dikkat çekici bir şey oldu; Avrupa’dan mülhem bazıları halimizden İslamiyet’i sorumlu tuttular. İşte bu bizde ne yazık ki endişenin artık müşterek bir kaygı olmaktan çıkışının temel kilometre taşlarındandır. Ziya Paşa bir şiirinde “İslam imiş devlete pâden-i terakki / Evvel yok idi işbu rivâyet yeni çıktı” diyerek bu bakış açısını eleştirir. Neticede, birileri her tür geri kalmışlığı İslam’dan bildikçe ve terakki getirecek her adımla onu üreten zihniyeti ithal etmek istedikçe başka birileri de tehlikeli bir muhafazakarlığa kapıldı. Elbette İttitahçı ve erken Cumhuriyet dönemlerinde bu ayrışma zirve yapmıştır. Sonuçta bundan kimler kâr sağlamıştır, o ayrı konu ancak bu bölünmenin memleketi âbâd etmediği aşikardır. Bu çıkmazı aşmanın yolu da ilimle olmalıydı ve dinî ve dünyevi ilimlerin ikisinin de öğrenmesini terviç eden kurumlar bu tespitin sonucudur. İSAR ya da diğer kurumlar bu sergüzeştin halihazırdaki mahsulleridir.
İSAR’ın gelecekteki durumunu nasıl görüyorsunuz? 50 yıl, 100 yıl sonra İSAR’ın imza atacağı başarılar neler olabilir?
Bence ortaya konulan hedefin, yani dinî ve dünyevi ilimlerin bir bütünlük içerisinde edinilmesi, bu meyanda hizmet eden bütün kurumların ortak hedefidir. Biz bugün bu bütünlüğe insanları ikna etmeye çalışıyoruz. Bu size lazımdır, olmazsa olmazdır diyoruz. Aslında işin elifbasıdır bu. Gün olur da elifba hallolursa ve bu bir iki jenerasyonla test edilirse o zaman sanırım daha esaslı şeyler konuşacağız.
Son olarak medeniyetimiz ve geleneğimiz açısından Farsça’nın önemi nedir?
Bu sorunun çalışma alanımdan ötürü bana rüşvet-i kelam kabilinden sorulduğunu düşünüyorum. Bir medeniyeti ortaya çıkaran ve şekillendiren şeyler neyse devam ettiren de onlar olur. Elbette süreç içerisinde eklenen çıkan cüzler vardır, ben asli unsurlardan bahsediyorum. Farsça’nın sadece edebî alanda değil birçok alanda bize kattıkları üzerinde kitaplar yazılmış. Öyleyse Farsça bizim için asli bir unsurdur. Asli olmayan hatta garabet düzeyinde arizi olan şey bu dili bilmenin bizim için günümüzdeki kadar nadir bir meziyet addedilmesidir. Osmanlı sultanları Farsça’yı çok iyi bilirdi, hatta bazı sultanların örneğin Yavuz Sultan Selim’in Farsça divanı vardı. Farsça bilmek ulema ve sonraları münevverler için de olmazsa olmaz bir şeydi falan diyoruz, ama bununla tam ne kastediyoruz ben anlayamıyorum. Süleymaniye’de dev bir Farsça yazma eser koleksiyonumuz var. Bunlarla meşgul olup ciddi çalışmak lazım. Bir defasında İmam Rabbanî hazretlerinin Mektubat’ını yıllarca okumuş bir arkadaşa bu mektupların aslının Farsça olduğunu söylemiştim, çok şaşırmıştı. Tabi bundan ve Hindistan’dan Anadolu’ya Farsça’nın etki etmiş olmasından şaşılacak bir şey yok, ancak bizim bu birikimden uzaklaşmış olmamız, neresinden bakılırsa bakılsın garip bir durumdur.